Her insanın bir etnik, dini kimliği vardır. Bu kimliklerimiz mensubiyetlerimizi dışardakilere tanıtan birer tanıtıcı kart vazifesi görür. Kur’an’ın beyanıyla birbirimizle tanış olmak, bilişmek için kavim ve kabilelere ayrılmışız. Farklılıklara sahip olarak yaratılma hikmetimiz budur. Kur’an, kavim / kabile / ırkların birbirleri üzerinde egemenlik kursunlar diye var edilmediklerini, Rabbimizin İsrail oğullarının iddia ettiği gibi bu dünyada kimseye ebedi bir üstünlük payesi vermediğini, ancak ahiret gününde üstünlüğün kötülüklerden sakınanlara, iyiliklerini çoğaltanlara (takva sahipleri) tahsis edileceğini haber vermektedir.
Bu dünyada bir inanca mensup olmanın bir kişiye ayrıcalıklı bir konum sağlamasının ne ilmi ve ne de ahlaki bir açıklaması olamaz. İnanç âna dair özgür tercihimizdir. Mensubu bulunduğumuz inancın bu dünyada bize bir üstünlük veya çıkar sağlayacağını ummayız / beklemeyiz. Hatta Allah’ın bizi sınamak için bu dünyada birtakım sıkıntılara / ağır sınavlara maruz bırakması da muhtemeldir. Karşılaşacağımız her sıkıntıyı sonrasında gelecek nimetin / mükafatın mukaddimesi olarak düşünüp tevekkül ederiz.
Etnik kimliklerimizin bizi üstün kıldığı anlayışı da tamamen batıldır ve patolojik bir durumdur. Hiç kimse etnik mensubiyeti konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip olmadığından ve hasbelkader içine doğduğumuz kavme mensup olduğumuza dair şüpheden uzak olmayan bir kanaatten başka delilimiz olmadığından dolayı iddialarımızın gerçekliği tartışılır. Bugün gelişen gen teknolojisiyle insanların DNA’ları üzerinde yapılan incelemelerde yaklaşık bir etnik mensubiyet ortaya çıkıyor. Bu çalışmaların sonuçlarının çoğu insan için sürpriz olduğu, hiç hazzetmediği bir etnisiteye mensubiyetinin ortaya çıktığı hiç de nadir değil. Bütün bir ömür boyunca üzerimizde taşıdığımız “ismimiz” bile bize has değildir aslında. Bu yüzden şu an fiili olarak kendimizi içinde bulduğumuz etnik kimliği bir üstünlük delili olarak kullanmak tamamen patolojik bir haldir, ilmi bir izahı yoktur.
Öyleyse neden insanoğlunun etnik veya dini kimlikleri savaş sebebi olabiliyor? Neden siyasi üstünlük sağlamanın, tahakküm kurmanın delili sayılabiliyor?
Bu sorunun cevabı çok derin bir tefekkürü gerektirir. Mensubu bulunduğumuz din hem dini hem de etnik mensubiyeti bir ast-üst meselesi olarak belirlemiyor. Müslümanlığımız bu dünyada bize maddi bir üstünlük sağlamaz ancak insanlar cahiliye tortuları nedeniyle son dine mensup olmanın kendilerine bu üstünlüğü temin ettiğine zımni bir inanç besliyorlar. İnanç konusunda durum böyleyken bir de kendi tercihimiz olmayan ırki mensubiyetleri bir üstünlük payesi olarak düşünmek tam da Kur’an’da yüzlerce kıssada hallerinden bahsedilen İsrailoğullarının bir özelliği olan nasyonel materyalizmdir.
Kimlikleri ön plana çıkaran siyasal anlayışlar, toplumsal bir patolojinin siyasal sahaya aksetmesidir. Kimlikler üzerinden siyaset kurgulama biçimi olan bu patolojik tablonun Türkiye coğrafyasında tezahür etmesi, Fransız İhtilali sonrasında Osmanlı’da filizlenirken, yükselen milliyetçilik akımıyla I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ulus devlet modellerinin inşa süreciyle zirve noktaya ulaşmış ve cumhuriyetin yeniden yapılanmasında da dominant bir unsur olarak siyasette etkili olmuştur. Çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra da parti siyasetinin en önemli itici gücünü oluşturmuştur.
Durum bugün daha kesif haliyle kendini ülke siyasetinde hissettiriyor. Hele hele son bir yıldır korkunç denilebilecek bir toplumsal ayrışmayı gözlemleyebiliyoruz. Etkiler dönemsel olarak değişebiliyor. Ayrışma Ak Parti iktidarına kadar dini mensubiyetler üzerinden (inanan, inanmayan) gerçekleşirken son on yılda daha ziyade etnik mensubiyetler üzerinden ifade edilmeye başlandı ve çok güçlü bir şekilde toplum katmanlarında yayılım gösterdi.
Var olan potansiyel bir yana, Suriye savaşı nedeniyle ülkeye gelen milyonlarca göçmen ve yine Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye yansıması içerdeki etnik unsurların ayrışmasını daha çok tetikledi. Hatta öyle ki, aynı etnik mensubiyete sahip olup da inançta ayrışan topluluklar, kendileriyle aynı inanca mensup olan farklı etnik gruplara düşmanlık beslemekte, savaşmakta bir beis görmediler, kimin haklı, kimin haksız olduğuna bakma gereği bile duymadılar.
Bu durum ülkenin geleceği açısından tehlike çanları çaldırmaktadır. Yer yer düşmanlığa varan psikolojik ayrışmayı tersine döndürmek kolay olmayacaktır. Bu tehlikeye karşı kayıtsız, ilgisiz kalmak insanlık ve Müslümanlık erdemi açısından son derece üzüntü verici bir haldir.
Maziye dair ortak tarihimizi, hikayelerimizi konuşmaya, bugünden yarına uzanan gelecek tasavvurunu düşünmeye, ortak rüyaları görmeye vesile olacak atmosferi yok edersek ülkemiz hiçbir etnik unsur için bir barış, huzur ve saadet diyarı olamaz. Ne gariptir ki, dinden uzaklaşıldıkça yerine etnik milliyetçilik ikame olunuyor. Sanki Medine dönemi öncesine dönüyoruz. Medenileşmek varken bedevileşiyoruz. Bu durum bu toplumun kıyametidir.
Bugün bu ülkenin siyasetçilerinin ilk meselesi, bu tehlikeli gidişata dur diyebilecek bir irade birliği oluşturmaktır. Asırlarca kader birliği etmiş, aynı köyde, mahallede, caddede, sokakta yan yana komşuluk yapmış, aynı mabetlerde beraber saf tutmuş bu toplumun kimlikleri neden bugün bir ayrışma, hasımlaşma vesilesi olsun? Sadece bir tanıtma sıfatı olarak kullanılan etnik kimlikler (örn. Kürt Memed, Çerkez Ahmet) neden ayrışmaya sebep olsun? Bu ayrışma cahiliye dönemine dönüş anlamına gelir. Bizler bünyemizdeki ve bölgemizdeki etnik kimlikleri göremez, fark edemez, ayırt edemez hale geldiğimiz gün ülke olarak büyük bir mücadeleyi kazanmışızdır demektir. Tıpkı ABD ve birçok demokratik ülkedeki gibi gerçek manada bütünleşmiş, “çokluk içinde birlik” sentezine ulaşmış bir vatanımız olmalı. Bu başarılamayacak bir mücadele değildir, yeter ki, siyasi çıkarlarımızı toplumun genel menfaatinin önüne koymayalım.
Neticede, muhayyel kimliklerin gerdiği ve daralttığı ülkemizde kimlik siyasetini tasfiye etmenin birinci yolu yeni bir siyasal anlayıştan geçiyor. Ülke, kimlikler üzerinden tartışılan bir ülke olmaktan kurtulacaksa, yeni bir siyasi dilin, modelin ve sistemin geliştirilmesi gerekiyor. Bu görevi ifa etmek bu ülkenin tefekkür kabiliyetine sahip bütün vatandaşları için vacip mesabesinde bir görevdir. Allah encamımızı hayırlara tebdil eylesin.

