İnsanlar hayalleriyle, umutlarıyla, yarına dair hedefleriyle, idealleriyle, heyecanlarıyla hayata tutunurlar. Eğer insanları, bu beşerî / fıtri duygulardan yoksun bırakırsanız onları ruhen öldürmüş olursunuz. O artık yaşayan bir cenaze haline gelir.
1968 Kuşağı ve 1980 Darbesi
Bu ülkede 1960’ların soğuk savaş dönemi sonrasında ister sağda ister solda 1968 kuşağı denilen jenerasyonun geleceğe dair tasavvurları ve heyecanları vardı. Haklıydılar veya değillerdi ama büyük ölçüde inandıkları davalarında samimiydiler. Bu ülkeye, bu topluma dair idealleri, umutları ve heyecanları vardı. Aydınlık bir sabahı bırakmayı hedeflemişlerdi.
1980 darbesi öncesindeki sıkıyönetim ve girişilen insan avı bu gençlerin beş binden fazlasını toprağın bağrına bıraktı. Bir şekilde hayatta kalanları ise ya idam sehpalarında can verdiler ya da karanlık kodeslerde çürümeye terk edildiler. Bir şekliyle dışarıda kalanları ise “bırakınız ideolojiyi, sevin dünyayı” hesabıyla kapitalizmin çarklarının arasına sürüldüler. O 1968 kuşağı önemli ölçüde kapitalist olmaya özendirildi. Arkasından gelen ANAP iktidarı ise politikalarıyla bu süreci perçinledi.
1980’ler sonrası aynı zamanda benim memuriyete girdiğim yıllar. O süreçte çevremdeki sağdan, soldan nice arkadaşlarımın, yakınlarımın nasıl savrulduklarına tanıklık ettim. Yeri gelmişken mevzuyu daha anlaşılır kılmak adına hayatımın bir kesitinden yaşadıklarımı özetle nakledeyim;
Değişimin Acı Hatırası
Memuriyetim Maliye Bakanlığı’nda başladı. Kamuoyunun en çok konuştuğu ‘hayali ihracat’ın sözkonusu olduğu yıllar… Ve sahada incelemeler yapan denetim elamanlarının raporlarının Maliye Bakanlığı’na yağdığı yıllar. İşte ben de iki uzman arkadaşımla birlikte yargıya intikal eden bu raporlarla ilgili idare adına mahkemelere savunmalar yapıyorduk. Sürece bilfiil tanık olmanın tarifsiz bir hicranını içimde hissediyordum. İdeolojik bir iklimden gerçek bir dünyaya intikal etmenin şaşkınlığını yaşıyordum. İlk defa devletin kirli yüzlerinden birisi ile birebir karşılaşıyordum. Üretilen ekonomik değerin nasıl da bir avuç insanın kursağına indiğine şahitlik ediyordum. Bu hicranımı yakınlarımla, çevremle paylaşıyordum. Bugünkü gibi kendimi paralıyordum. Ama yine bugünkü gibi muhafazakar çevremin “aman iktidara bir zarar gelmesin” çarpık düşüncesinin buz kütlesiyle karşılık buldum.
O sırada bu süreci Maliye Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı koordineli olarak götürüyordu. Bu vesile ile ben de zaman zaman Planlama Teşkilatı Uzmanlarıyla bir araya geliyordum. Orada da muhafazakâr çevreden tanıdığım uzman arkadaşlar vardı. Onlara “bu haramzade düzen ne olacak? diye sual ettiğimde, karşılık olarak; “Biz de durumu Başbakan’a (T.Özal) ilettik. O da bize “Bu süreçte dış ticaret sermaye şirketlerimize dokunmayalım; dış ticaretle ilgili şevklerini kırmayalım. Hem MB’nın şu an döviz rezervlerine ihtiyacı var. Onun için biraz rahat bırakalım” dedi.
Evet, savunma böyle. Halbuki ortada bir ticaret yoktu. Hayali ihracat dediğimiz şey, bir şekliyle naylon firmalar üzerinden yine düzenlenen naylon belgelerle sınır gümrüklerinden çıkarılmış gibi gümrük işlemleri de gerçeğe uygun olmayan beyanlarla tastık edilerek işlem tamamlanıyordu. İstanbul Tahtakale piyasasından edinilen dövizi getirip MB’ına ihracat karşılığı olarak yatırıp TL tutarını alıyorlardı.
Sadece bu kadar mı?
Hayır! Aynı zamanda iki, üç teşvik primi ile KDV iadesi de alıyorlardı. Yani, MB’na getirdikleri 100 dolarlık ihracatın karşılığı olan (farz edelim 1 Dolar=3 TL olsun.) 300 TL yerine neredeyse 600 TL alıyorlardı. Ortada hiçbir ihracat yoktu. Sırf MB’ına döviz girsin diye bu kadar usulsüzlüğe göz yumuldu. Ve o kadar bürokrat bu ahlaksızlığa ortak edildi. Neyin karşılığında? Sözüm ona “Devletin âli menfaati”.
Peki, gerçekte ne oldu?
Bir defa bir avuç insan hiçbir üretimde bulunmadan; bir katma değer üretmeden bu devletin milli hasılasından aslan payını alıp haksız bir zenginleşmeye sebebiyet verildi.
İkincisi, bürokrasideki 1960’lar kuşağı gençler zihni bir iğfale uğratıldı. Haramı, helal saydırdılar. Onlara “Ortada devletin menfaati varsa gerisi teferruattır” masalı bellettirildi.
Nasıl? Bugünler için çok tanıdık bir hikâye değil mi?
Sosyal Dönüşümün Miladı
Evet, bizim sosyal dönüşümümüz 1980 darbesinden sonra başladı. Lütfen yanlış anlaşılmasın; 1960’ları kutsuyor değilim; değişimi de anormal görüyor değilim. Elbette dünyada olup bitenlere karşı bigâne kalamazdık. Ama bu değişim süreçleri doğal ve helal/meşru bir zemin üzerinden yürürse sağlıklı sonuçlar alınır. Haram ve gayrı meşru bir düzenin toplumu iyiye, güzele, hayırlı olana ulaştırma imkanı olur mu? O günlerde yine DPT’den bir arkadaşım bana espriyle, “Fahrettin Bey bırak bu gençlik idealizmini, cesaretin varsa gel bir paravan şirket de biz kuralım köşeye dönelim.” demişti. Bir espri idi ama o dönemin motto cümlesi idi.
Niye uzun uzun bu örneği anlattım? Çünkü toplumsal değişimimizin en sağlıksız başlangıçlarından/miladından biridir bu örnek. O günkü siyaseti tarif et derseniz, ‘Bekri Mustafa’ misali herhalde verilecek en iyi örneklerden birisidir bu. Bu hazin tablo,1980 sonrasında yaşadığım ilk hayal kırıklığımdı. Muhafazakâr dindarlığın dünya karşısında ne kadar mukavemetsiz olduğuna tanıklık ettim.
28 Şubat Sonrası AKP İktidarı
İşte 28 Şubat’tan sonra “acaba bu dindarlar diğerlerine kıyasla daha adil, daha dürüst olabilirler mi? Hem de bunlar bugüne kadar denenmediler; belediye pratiği de yine diğerlerine kıyasla fena değil” umuduyla desteklenen ve iktidara getirilen AKP, benim ikinci büyük hayal kırıklığımdır. Gerçi ANAP döneminde yaşadıklarımdan ve AKP’nin İstanbul BŞ Belediye uygulamalarıyla ilgili önceden bildiklerimden dolayı gördüklerim beni çok hayrete düşürmedi; şaşırtmadı. Ancak buna rağmen hüznüm daha da arttı. Diğer arkadaşları bilmem ama dindar bir lider ve etrafındaki kadronun, halkına adil davranarak örnek bir lider ve yönetici profili / örneği ortaya koyacaklarına dair hayallerim bir daha suya düşmüştü.
Dostlarım bilirler ki, çoğu insanın 2010 yılından sonra gördüklerini, acizane 2003 yılında; yani, iktidarlarının ilk yılında görmüştüm. Toplumla ilgili bir birimin başında yönetici bulunmam ve bu bakımdan siyasetçilerle sık sık muhatap olmamın getirdiği imkanla yıkımı, sapmayı, erozyonu daha çok çabuk görme ve yorumlama imkanım oldu. AKP iktidarı ile ilgili hayal kırıklıklarımın detaylarını yazıp sabrınızı zorlayarak yazımı uzatacak değilim. Çünkü bugüne kadar çok yazdım. İsteyen o yazılarıma bakabilir.
Kaçınılmaz Son
Ne yazık ki, olabilecek ve belki de hayal edemeyeceğimiz derecede bir kötü örneklik ortaya konuldu. Zararı sadece partilerine olsaydı gam yemezdim. “Bugüne kadar gelip geçenler gibi onlar da bir gün partiler mezarlığına defnedilir” gibi teselli bulurdum. Ne yazık ki, öyle olmadı. Tahribattan en büyük payı “Dini ve ahlaki/moral değerler” aldı. Toplumda dini hassasiyeti olanlara duyulan güven duygusu irtifa kaybetti. İnandığımız iddiasında bulunduğumuz dinin Peygamberinin “eminlik” sıfatı bugünün dindarları için aksi bir duruma inkılap etti.
Ne mi oldu?
Cumartesi ehli gibi hile-i şeriyye ile kendimizi ve hâşa Allah’ı aldatmaya kalkıştık.
Talud’un ordusu gibi ırmağın (iktidar nimetleri) kenarına geldiğimizde bize meşru kılınan, ruhsat verilen miktarla iktifa etmedik; daha çoğunu, daha çoğunu talep ettik ve aldık. Ve o meta yorgunluğuyla oraya yığılıp kaldık. Vurgun yedik; savrulduk bir yerlere…
Dindarlara büyük bir nimetin kapıları açıldı. Kendilerine emanet edilen devlet emvalini israf etmeden, halkına iktisatlı yaşamayı kendileri üzerinden örneklik göstererek, öğreterek en kurak kıtlık yıllarında halkını aç ve sefil bırakmayan Mısır Veziri Yusuf gibi bir örnek ortadayken aksini yapmak hangi aklın eseriydi?
Siyasi düşüncemin / tasavvurumun temellenmesinde en önemli referanslarımdan biri olan Ömer B. Abdülaziz misali hükümranlık alanındaki bütün halklara eşit ve adil muamelede bulunarak geriye haklı bir şöhret bırakmak varken neden Muaviye’ye, Yezid’e özenilir?
Benim gibi iman ettiği değerlerle ilgili derdi olanları sukutu hayale uğrattılar. Yarım asırlık büyük bir fedakarlıkla biriktirilen umutlar, hayaller, idealler, heyecanlar katledildi. Belki de bir asır kadar tekrar belini doğrultamayacak bir vurguna maruz bırakıldık.
Adaletin heykeli yerine altından buzağı heykelini inşa ettik!
Bu dünyada da, ahirette de iki elim yakanızda olacak; DAVACIYIM!