Ünlü hekim ve doğa bilimci Erasmus Darwin’in, 1796 yılında yayımlanan “Zoonomia” adlı kitabındaki “tüm sıcakkanlı hayvanların tek bir kökten geldiğini ve yeni parçalar geliştirme şekliyle türleştikleri” yaklaşımından esinlenen torun Charles Darwin’in 1859 yılında matbu edilen “The Origin of Species – Türlerin Kökeni” adlı çalışmasında birkaç on yıl öncesine kadar vurgulanan esas fikrin yaşama savaşı ile en güçlünün hayatta kaldığı” böylece doğal ayıklanma şeklinde biyolojik bir yaklaşım olduğu idi.
Gök kubbe altında en yeni fikrin dahi eski bir fikrin yeni bir elbise giymiş hali olduğu gerçeğinden hareketle bu görüşün de geçmişte farklı tonlarla seslendirilmesine rağmen ilk defa bu kadar ses getirmiş olması bilim tarihinde önemli bir segmenti teşkil etmiştir. Dahası Charles Darwin’in bu biyolojik teorisinin yol göstericiliğinde insan davranışları ve sosyal yaklaşımlar da açıklanmaya çalışılmış ve böylece bu ilkenin toplumsal alandaki etkileri ile geliştirilen özellikle de jeopolitik ve siyaset bilimine uyarlanması ile Sosyal Darwinist yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Hemen konunun başında biyolojik temelli bu yaklaşımın insan topluluklarının yönetimine uygulanabileceği düşüncesinin ve dolayısıyla kurucusunun da Charles Darwin olmadığını belirtmek gerekir. Darwin’in yaşamak için mücadele olarak isimlendirdiği biyolojik yaklaşımının temel ölçütlerini Sigmund Freud psikanaliz, Marks ekonomi, Gordon Childe antik tarih ve arkeoloji disiplin sahalarına uyarladıkları gibi çok önceleri Jean Baptiste Lamarck, Denis Diderot, Thomas Malthus, Comte de Buffon, Georges Cuvier daha sonraları Herbert Spencer, Francis Galton, Oscar Scmidth, Richard Hofstadter, Joseph Arthur Gobineau, G. Vacher de Lapouge, Ludwig Gumplowicz ve Franz Oppenheimer gibi isimler de bir bakıma Darwin’in şahsından bağımsız olarak sosyal alana yansımalarının taşlarını döşemişlerdir.
Bilimsel anlamda devrimci bir yaklaşım olan türler arasındaki genetik üstünlüğe ve eşitsizliğe atıf yapan Darwinizm genel kanının aksine daha az sosyalist düşünceyi; çok daha fazla elitist ırkçı, kapitalist, emperyalist ve rekabetçi yaklaşımları beslemiştir.
Darwin’in yaşam mücadelesi yaklaşımı sosyal alana tüm evrendeki canlıların birbirinin düşmanı olarak gösterilmesi, çatışmacı düşünce olarak yansımıştır. Öyle ki bu modellemede çatışma ayakta kalmanın ve gelişmenin anahtarı olarak görülmüştür. Dünya üzerinde yaşanabilecek yerler azdır ve bu alanlarda yaşamak zorunda olan canlıların sayısı ise hızla artmaktadır. Kaynakların sınırlılığına karşın canlıların ve özellikle insanın sayısının artması beraberinde yaşama kavgasını arttıracaktır. Bu savaşta ancak güçlüler yaşama hakkına sahip olurken, zayıflar yok olurlar ilkesi böylece benimsenmiştir.
Toplumun fakir, orta sınıf tabakaları hakkaniyet tabanlı bölüşümü bekleyedursun, zengin dolayısıyla üstün bireyleri desteklemek ve fakir dolayısıyla zayıf bireyleri sistem dışına taşımak ilkesi doğrultusunca varlıkların en zengin kişilerce bölüşülmesinin yolu açılmıştır. “Laissez Faire Laissez Passer – Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler” şeklinde özetlenen ekonomik yol haritası ile rekabette ayakta kalma mücadelesi için tam kuralsızlık ile her şeyin mubah olduğu vurgulanmıştır. Böylece eşitsizlik, haksız rekabet, güçlünün haklı görülmesi ve zayıf olanın ezilmesi gibi sömürü anlayışı hâkim olmuş ve toplam servetin % 90 ı % 1 lik kesime ikram edilmiştir.
Bir yandan sosyal hayatta devletin minimal rol oynayıp birey özgürlüklerinin müdahale ve şekillendirici etkenlerce sınırlandırılmaksızın maksimal bir seviyede olması tezi savunulmuştur. Bu aşırı bireyci tutum, yoksul ve orta sınıf yurttaşların yaşam koşullarını düzeltmek için gerekli olan genel sağlık ve hayat sigortası, zorunlu eğitim, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi devlet tarafından yapılması ve koordine edilmesi beklenen her türlü destek en iyinin hayatta kalmasını engelleyen ve doğanın kanununu bozan dış müdahaleler olduğu ve kapitalist söylemdeki düzenin doğallığına dokunulmaması gerekçesiyle engellenmeye çalışılmıştır.
Diğer yandan Almanya’da sözde “Kalıtsal Hastalığı Olan Nesillerin Önlenmesi” özde kısırlaştırma, dahası beşeri dış müdahale ile ırkın genetik yapısı ile oynanarak biyolojik arındırma olan öjeni ile etnik temizlik; T4 ötenazi planı ile fiziki engelli ve kendilerinin ileri sürdükleri zihin seviyesi ölçütlerine göre düşük değerli çocukların öldürülmesi; Nuremberg Irk Yasaları ile farklı milletler ile evliliklerin önüne setler çekilmesi gibi yıkım politikalarının doğal süreçlerin aksine devlet zoruyla yapılmasını da salık vermişlerdir.
Irkların yaşam mücadelesi doğrultusunda devletlerarası çatışma ve rekabet gerekçesiyle ekonomik gücü kendi kendine yetebilme olarak öngörmüşlerdir. Sübjektif olarak taşıdıkları özellikler nedeniyle bazı ulusların diğer uluslara karşı önde olmaları, böylelikle bulundukları coğrafyanın hâkim unsuru haline gelmeleri hedeflenmiştir. Bu hedefin gerçekleşmesi ise ırka, ırkın üstünlüğüne ve bu doğrultuda ortaya atılan hegemonik devlet, savaş, üstinsan, biyolojik ırkçılık gibi hezeyanların desteklenmesi ile mücadeleye katkıda bulunmaya ve kendini adamaya bağlanmıştır. Bu hedef kör bir romantizmi, kendi çevresine karşı tutkulu bir bağlılığı, diğerlerine karşı ise öfke, nefret ve ötekileştirmeyi körükleyen bir ruh halini doğurmuştur.
Almanya’da sonraları coğrafya biliminin öncü isimlerinden Friedrich Ratzel devletin gelişimini canlı organizmalar ile özdeşleştiren organik devlet teorisi olan “lebensraum (yaşam alanı) ve doğal genişleme” yaklaşımını- ileri sürdü. Üst uluslar ne pahasına olursa olsun yaşam alanlarını genişletme hakkına sahiptirler. Ona göre Almanlar üstün ırktı. Her türlü kaliteli hayat bu üst ırkın hakkı idi. Bunun için ise gerekli olan maden, enerji kaynakları, hammadde ve verimli tarım alanlarını diğer devletlere rağmen elde etmeleri gerekmektedir. Paul Lagarde ve Julius Langbehn gibi öncü isimlerin Almanların tüm dünyayı yönetecekleri bir tür hiyerarşik dünya düzeni kurulması için ölçütler ve hedefler vaz etmesiyle sistemleşen aksiyoner politika ile hayatta kalma mücadelesi, kendinden güçsüz olanı ezebilmeyi kendine hak görmekten, daha üstün bir tür haline gelmeye, devletler gelişmek için genişlemeye ve bir üst ırkın şemsiyesi altında tek devlet ve böylece daha yüksek yönetim hedefleri ile farklı bir merhaleye dönüşmüş ve bölgesel büyüme yasalarına kaynaklık yapmıştır.
Bir kısım Almanların aklın ve bilimin doğru bulmadığı bu hayalleri, bilgiye dayalı ilkelerden yoksun, tutarsız, çalkantılı bir dünya görüşü ve mistik, gizemli ruh haline sahip omurgasız karakterler tarafından duygu ve sezgiyle empoze edilmeye ve yaşatılmaya çalışılmıştır. Bir yandan dil, din, cins akrabalığı, emek hakları gibi geleneksel söylemler öte yandan diğer insanlara, ırklara ve ülkelere karşı nedensiz husumetler, varsayımları olan yüce duygu ve hedefleri için farklı insanların haklarının çiğnenmesi gibi hezeyanlar arasında sıkışıp kalan oportünistler sayıca giderek yaygınlaşmışlardır. Duygusal ve hayali kavramların etkisi altında kalan akıl melekesinden yoksun bu topluluklar iki Dünya Savaşı ile yaklaşık 70 milyon insanın hayatına mal olmakla kalmamış hem kendi milletlerine hem de tüm dünyaya büyük felaketler ve acılar yaşatmışlardır.
Oysa geldiğimiz rasyonel evrende dayanışma ve iş birliğinin önemli bir doğa yasası şeklinde hâkim olduğu gerçeği artık çok açık. Atmosferdeki oksijen hidrosferdeki sulardan, hidrosferdeki sular atmosferdeki oksijen ve hidrojenden dönüşüyor… Canlılar suya, havaya, gıdaya muhtaç. Su hidrosferden, hava atmosferden, gıdalar litosfer ve biyosferden sağlanıyor… Tüm sistemler birbirleriyle senkronize ve dayanışma temelli, sürdürülebilir bir zincirin parçası durumunda. Aynide değil, eski dengelerin son bulması ve yeni dengelerin tesisi, dinamizm, değişim, yenilenme ve sürekli bir konsensüs sürecinde istikrar. İşte doğanın tezahürü, işte modellenmesi gereken gerçek bu! Kropotkin’in de ifade ettiği gibi hayatta kalma mücadelesi ve bu mücadeleden başarıyla çıkma, kendine yeten ve bağımsız bireyler ile söz konusu olamaz, batan gemide herkes boğulmaya mahkumdur. Bu kadar yıkımdan sonra gelinen noktada “güçlü olan hayatta kalır” yaklaşımı yerini “uyum sağlayan sürdürülebilir olan, değişime en açık olan hayatta kalır” anlayışına, dünyanın en güçlü ülkesi olmak yerini refah seviyesi en yüksek, en yaşanabilir kaliteli topraklara bırakmıştır. En güçlü insan algısı ise, en doğru, alçak gönüllü, erdemli, müşfik, merhametli insan olmakla yer değiştirmiştir. Dahası bu günkü bilim ve teknoloji ışığında sadece büyümek adına büyümek, yalnızca kanser hücresinin karakteri olduğu anlaşılmıştır. Yaşadığı bünyeyi öldürüp en sonunda kendisini de yok edecek kadar…
Ne yazık ki bütün açık bu gerçeklere rağmen tarihsel süreçte akıl, bilim ve hatta vahiy temelli bilgiler karşısında cevap veremeyen hayalperest düşünceye sahip, gerçeklerden tamamen kopuk topluluklar fantezilere bel bağlamayı tercih etmiş, yurtseverlik edebiyatı altında savaşmayı ruh dansı olarak algılamış, kan ve toprak (Blut und Boden) imgelerini ve kavramlarını putlaştırmış yığınlar ne var ki gün gelip gerçekleşmesi imkânsız ipe sapa gelmez bu hayallerinin yüzlerine çarpılmasıyla da ruhsal melankolik buhranlar yaşamışlardır. Bu karakterin en bilinen örneği ise savaş yıllarında etnik hiyerarşiye dayanan Lebensraum ve Büyük Avrasya Bloğu siyaseti ile Hitlerin rehberi olan Karl Ernst Haushofer’dır. Henüz yol son bulmamışken onu ve ekibini bu yıkım yolundan merhamet ve barış yoluna davet eden oğlu Albrecht dahi 1945 yılında Gestapo tarafından idam edilmiştir. Oğlunun teslim edilen emanetleri arasında “Babam, kötülüğün soluğunu duyamadı; şeytanı dünyaya saldı” notu ancak neden sonra 1946 yılında, Yahudi kökenli eşi Matha ile birlikte intihar etmeden hemen önce Haushofer’in çekingenlikle titreyen vicdanında makes bulabildi.
Önceleri küstah, kuruntulu, kibirli olan bu kimse, Bağdat harap olduktan sonra vicdanlara bir bakıma şunları fısıldıyordu: Burada tutkulu, günahkâr, isyankâr bir yürek yatıyor olsa da bizi kendimizden geçiren, damarlarımızdaki kanı kaynatan hayaller sönünce öfke patlamalarımız da sükût etti. Uçan balıklar gibi bir süreliğine havada durduk, fakat sonra… gene suya dalmak zorunda kaldık. Bizler boş yere çabalayıp durduk, bilinçsiz bir çeşit rüyalardan bilmem daha nelerden dem vurduk, karnımızı doyuracak bir lokma ekmek bulamazken ve en kabasından batıl inançlar iflahımızı keserken, neyi istediğimizi gerçekten bilmeden, bir şeylerin olmasını istedik. Her şeyi istediğimizi sanmamıza karşın, aslında istediğimiz bir şey yokmuş. Âşık olmak istercesine fakat sevmeden… Mutsuzluğumuzun nedeni bu işte. Bayağılığın vermiş olduğu kendine aşırı güven ve coşku ile yaptıklarımız saçmalık ve çürümüşlük! Gördük ki, sırf egomuz uğruna kendi çevremizi üzmekle mutlu olmuşuz… İyice düşünüp taşınmadan iyilere kötü, kötülere iyi demek hak bilirlik olmadı. Sadık dostlarımızı reddetmek, bence kendi kendimizi hayatın en aziz bildiğimiz bir parçasından yoksun bıraktı. Bilin ki sevdiğinin gözlerinde gözyaşları görmemiş olan bizler, dünyada ne denli büyük hüzünler oluşturduğumuzdan habersizdik. Şatafatlı gösterilerimiz ve yalancı mutluluğumuz bu kentte hangi vatandaşı imrendirmemişti? Şimdi ne kadar korkunç bir felaket kasırgasıyla sürüklendiğimizi görün! Onun için son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin!… Şimdi Oidipus’un dediği gibi deriz bugün! Ey gün ışığı, bu seni son görüşüm olsun! Doğurmamalıydı beni doğuran… Ey İnsanoğulları! Ömrünüz bence bir hiç. Kim ermiş bu dünyada özlenen mutluluğa? Hayal mutluluk denilen; O da sönüverince anlar gerçeği insan…