Demokrasi, kadim Grek uygarlığını bir yana bırakırsak, aşağı yukarı iki asırdan fazla bir süredir medenî dünyanın önde gelen siyasî idealleri arasında yer almaktadır. Ancak, hiç de kısa sayılamayacak bir süredir insanoğlunun değerler dünyasında sahip olduğu bu ayrıcalıklı konumuna rağmen, bugün halâ bu kadim idealin anlamı üzerinde tam olarak mutabakat olduğu söylenemez. Bu özellikle demokrasinin, kendisi gibi önde gelen başka bir siyasî ideal olan özgürlükle ilişkisi bakımından böyledir. Gerçi, insanlar çok kere demokrasi kelimesini siyasî özgürlüğü de içerecek şekilde kullanırlar ve halkı özgür olmayan ülkelerden demokrasi diye söz etmezler.
Böyle olmakla beraber, insanların demokrasiyi yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesiyle özdeşleştirmeleri de yaygın bir tutumdur. Demokrasiyi seçime indirgeyen bu anlayış ise, teorik olarak, seçme (oy verme) ve seçilme özgürlüğü dışında geniş bir sivil ve siyasî özgürlükler kategorisinin varlığını şart koşmaz. Bu, aşağı yukarı, millî iradeci-çoğunlukçu demokrasi anlayışının arkasındaki düşüncedir. Bu anlayışa bağlı olan yerlerde, genellikle yasama çoğunluğunda somutlaştığı veya onun tarafından temsil edildiği varsayılan milletin veya halkın iradesi yüceltildiği ölçüde, ülkenin genel özgürlük düzeyi düşmekte ve siyasî baskı normalleşmektedir. Günümüzde populizmin yükselişi de bu özgürlüksüz demokrasi anlayış ve pratiğini yaygınlaştırmaktadır.
Özgürlük ilkesini dışlayan bu görüş doğru bir demokrasi anlayışını yansıtmamakla beraber, özgürlük-demokrasi ilişkisi de genellikle sanılandan daha karmaşıktır. Bu yazının konusu özgürlük-demokrasi ilişkisine daha yakından bakmaktır. Ama önce demokrasi kavramının aydınlatılması gerekiyor.
2. Demokrasinin Tanımına Doğru
Demokrasi eski Yunanca demos (halk) ve kratein (iktidar veya hükmetmek) sözcüklerinden oluşan birleşik bir kelimedir. Bu durumda, kelime anlamı olarak demokrasi siyasî iktidarın halkta olduğu yönetim, kısaca ‘’halk(ın) iktidarı’’ veya “halk(ın) yönetimi” demektir. Nitekim Amerikan başkanlarından Abraham Lincoln’ün 1863 tarihli Gettysburg nutkunda yer verdiği “halkın halk tarafından halk için yönetimi” şeklindeki ifade öteden beri demokrasinin özlü bir tanımı olarak kabul edilmektedir.
Bu ‘’tanım’’ her ne kadar demokrasi hakkında bize genel bir fikir verse de, akademik-teknik bir tanım olarak yeterli değildir. Aslına bakılırsa, ‘’dört başı mamur’’, titiz bir tanım yapmak hiçbir konuda kolay değildir. Demokrasi söz konusu olduğunda bu zorluk daha da artmaktadır. Herkesin “bildiği” ve takdir ettiği bir şeyi tanımlamanın zor olduğunu söylemek şaşırtıcı gelebilirse de, aslında tam da bu yüzden demokrasi kolayca tanımlanamaz. Çünkü demokrasi kelimesinin popülerliği ve duygusal çağrışımlarla yüklü olması onun kesin bir tanımını yapmayı zorlaştırmaktadır (Garner & Ferdinand & Lawson 2012: 68; Heywood 2007: 72). Nitekim demokrasi “iyi” bir şey olunca, herkes onu olması gerektiğini düşündüğü şeyle özdeşleştirmekte veya siyasal alana ilişkin olarak tasavur veya tahayyül ettiği ‘’iyi’’ veya ‘’iyiler’’e yerine göre “demokrasi” veya “demokratik” yaftasını yapıştırmaktadır. Böylece, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra yaklaşık yarım yüzyıl “demokrasi” adlandırması farklı kişi ve gruplar tarafından rahatlıkla birbirinden çok farklı yönetimler için kullanılabildi. O kadar ki, 1990 başlarına kadar adına ‘’halk demokrasisi’’ denen otoriter ve totaliter cumhuriyetler vardı ve daha da ilginci, Batı dünyasında (ve Türkiye’de) kimi yazar ve akademisyenler bu rejimlerin de en az Batı demokrasileri kadar ‘’demokrasi’’ adını hak ettiğini ileri sürüyorlardı.
Bununla beraber, eski Sovyetik-totaliter rejimlerin çökmesinden sonra demokrasinin anlamı konusundaki bu belirsizlik önemli ölçüde azalmış görünmektedir. Yine de demokrasinin tanımlanmasındaki zorluk tümüyle ortadan kalkmış sayılmaz. Bir görüşe göre (Birch 1993: 48), demokrasinin özünde saklı bulunan objektif ve kesin bir anlam yoktur, onun için demokrasiyi tanımlamaya çalışmaktan vaz geçmeliyiz. Bunun yerine, herkesçe demokrasi olarak adlandırılan rejimlerin uygulamasında hangi kurumlar ve süreçlerin var olduğu belirlenebilir. Başka bir yol olarak da, demokratik ideallerimizi tek ek açıklayıp bunların pratik gereklerinin neler olduğunu tespit etmemiz önerilmektedir.
Demokrasi, çok yaygın olarak, iktidarın barışçı bir şekilde el değiştirmesine imkân veren yönetim türü olarak nitelenir. Meselâ, klasik liberal düşünür Ludwig von Mises 1949 yılında şöyle yazıyordu (aktaran Hayek 2012: 652, n. 14): “Demokrasi yönetimin çoğunluk iradesine barışçı bir şekilde uyarlanmasının bir usulünü temin eder.” Aynı şekilde Friedrich Hayek de demokrasinin meşruluğunun dayandığını söylediği nedenlerin başında, onun “insanoğlunun şimdiye kadar keşfetmiş olduğu yegâne barışçıl değişim usulü” olmasını saymıştır (Hayek 2013: 175)[1]. Benzer şekilde, Karl Popper da (1993: 25) demokrasiyi diktatörlükten kaçınmayı mümkün kılan yönetim şekli olarak nitelemiştir.
Öte yandan, seçkinci bir demokrasi teorisi geliştirmiş olan Joseph Schumpeter’e göre ise demokrasi, siyasî iktidarı elde etmek amacıyla halkın desteğini sağlamak için elit grupları arasındaki rekabetçi mücadeleyi kurumlaştıran rejimi ifade etmektedir. Schumpeter için sistemi demokratik yapan şey seçkinler arasındaki rekabettir. Seçmenler gerçekte farklı siyasî programlar arasında değil de hangi politikaların gerçekleştirileceğine karar veren farklı lider takımları arasında tercihte bulunurlar. Schumpeter Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi [1942] adlı kitabında, yurttaş katılımını öne çıkaran klasik demokrasi teorisinin gerçekçi olmadığı gibi, istenir de olmadığını ileri sürmüştür. Gerçekçi değildir, çünkü modern demokratik toplumlarda siyasete yaygın katılım yoktur; çoğu insan siyaseti siyasî seçkinler sınıfına bırakmaktan hoşnuttur. Öte yandan, klasik model istenir de değildir, çünkü kitleler genellikle irrasyonel davranmaya eğilimlidirler ve otoriteryen değerleri kolaylıkla kabullenirler (Garner & Ferdinand & Lawson 2012: 73-74).
Belirtmek gerekir ki, demokrasinin nasıl işlediğiyle veya neye yaradığıyla ilgili olan bu açıklamaların her biri onun hakkında bize kimi yararlı bilgiler vermekle beraber, bunları yine de demokrasinin tanımı olarak göremeyiz. Çünkü tanım, bir şeyin ne olmadığını da anlamayı mümkün kılacak şekilde, onun kurucu unsurlarına dayalı olarak ne olduğunu (mahiyetini) açıklamak durumundadır.
3. Demokrasi Nedir?
Barry Holden’a göre (1988: 2-3), “tanımlayıcı özellikleri” ile “zorunlu şartları”nı ayırmaya özen gösterdikten sonra, demokrasiyi tanımlamak hiç de zor değildir. Bir şeyin tanımlayıcı özelliği, bir kelimenin o şeye doğru olarak uygulanmasını sağlayan özelliktir; zorunlu şartı ise, o şeyin var olması için bulunması zorunlu olan şeydir. Ne var ki, demokrasi sözkonusu olduğunda, çoğu zaman onun zorunlu şartları ile tanımlayıcı özellikleri birbirine karıştırılmakta, bu da tanım girişimlerini başarısızlığa mahkûm etmektedir.
Barry Holden böyle bir tanım geliştirdiği iddiasındadır. Holden demokrasi için kendi kriterine uygun olduğunu düşündüğü –bana da makul gelen- şu tanımı vermektedir: Demokrasi “kamu siyasetine ilişkin önemli sorunlar hakkındaki temel belirleyici kararları bütün halkın pozitif veya negatif olarak aldığı ve almaya yetkili olduğu bir siyasal sistemdir.”
Şimdi, bu tanımın unsurlarını (Holden 1988: 5-7) daha yakından ele alalım.
Her şeyden önce, demokrasiden söz edebilmek için, halkın temel kararları fiilen alıyor olması yetmez, onun aynı zamanda bu kararları almaya yetkili de olması gerekir. Bu yetki kaynağını bir anayasadan veya başka bir normlar sisteminden alabilir. Ayrıca, demokrasiden söz edebilmek için, halkın temel siyasal kararları almaya yetkili olması kadar, bu kararları fiilen de halkın alması gerekir. Bu nedenle, şeklî demokratik kurum ve mekanizmaları kabul etmiş olan her sistem demokrasi değildir; çünkü şeklî yapı ve kurallara göre halk rejimin öznesiymiş gibi göründüğü halde fiiliyatta iktidar bir kişinin veya bir azınlığın elinde olabilir.
Bu tanımın ikinci unsuru halkın, kamu politikasına ilişkin önemli konular hakkındaki “temel belirleyici kararları” almasıdır. Burada “temel belirleyici kararlar”dan kasıt, siyasî olayların akışını (genel gidişatı) belirleyen ve ikincil karar ve faaliyetlerin dayanağını oluşturan temel kararlardır. Aslında bunlar insanların hayatını ve toplumun kaderini belirleyen temel siyasal kararlardır. Bu gibi kararları alan bir organ en üstün siyasî iktidarı elinde tutar.
Üçüncü olarak, demokrasinin tanımı bakımından “kamu politikasına ilişkin önemli sorunlar” ne anlama gelmektedir? Bu sorunu cevabı, halkın karar-vermedeki rolünün genişliğini belirleyecektir. En geniş anlamında, çoğu rutin sorunlarda bile halkın –örneğin referandum yoluyla- karar vermesi demokrasi için gerekli görülebilir. Bu kavramın daha dar bir yorumu ise halkın sadece birkaç belli başlı sorunla ilgili temel belirleyici kararları almasını yeterli görür ki bunlar da esas itibariyle, yöneticilerin atanması ve onların izleyecekleri siyasetlerin ana istikameti hakkındaki kararlardır.
Dördüncü olarak, temel belirleyici kararlar halk tarafından “pozitif veya negatif olarak” alınacaktır. Pozitif olarak karar almadan kasıt, siyasetlerin halktan kaynaklanması, yani halkın siyaset önerileri başlatabilmesidir. Bu durumda halkın siyasette aktif olması söz konusudur. Kararların “negatif olarak” alınması ise halkın sadece politika önerilerini onaylamasına veya reddetmesine imkân veren yöntemleri ifade etmektedir. Başka bir anlatımla, halk yöneticilerin formüle ettikleri seçenekler veya öneriler arasında tercihte bulunacaktır. Burada vatandaşlar politikayı başlatmamakta, fakat başka yerde başlatılan politikalara onay vermektedirler.
Beşinci olarak, demokrasinin öznesini oluşturan “halk” ne anlama gelmektedir? Bu konuda, biri toplulukçu diğeri bireyci olmak üzere, iki farklı anlayış vardır. Toplulukçu anlayışta halk, ortak veya kollektif çıkarla birbirine bağlanmış tek ve bölünmez bir bütün olarak görülür. Buna göre, halk sadece bir toplumun belli bir andaki tek tek üyelerinden oluşan bir varlık olmayıp, geçmiş ve gelecekteki üyeleri de kapsayan bütünsel bir varlıktır. Böyle bir görüş her bir bireyin “özel iradesi”nden ziyade “genel irade” veya kollektif irade üzerinde odaklaşan, Rousseau’nunki gibi bir demokrasi modeline yol açar (Holden 1988: 10).
Buna karşılık, bireyci tasavvur halkı, her biri özerk kararlar alma hakkına sahip olan özgür ve eşit bireylerin bir toplamından ibaret görür. Dolayısıyla, bu anlayış prensip olarak oybirlikçi bir demokrasiyi gerektirir. Ancak bütün toplumlarda bölünme ve görüş farklılıkları vardır ve bu çoğulculuk oybirliğine ulaşmayı imkânsızlaştırır. Bundan dolayı, bireyci halk tasavuruna bağlı olanlar uygulamada siyasal-karar alıcı özne olarak çoğunluğu kabul etmek durumunda kalırlar. Ancak, liberal-bireyci görüş açısından çoğunluk yönetiminin çoğunluk despotizmine dönüşmesi ihtimaline karşı da -başta bireysel haklar ve azınlık haklarının anayasal garantiye kavuşturulması olmak üzere- tedbirler almak gerekir.
Demokrasinin öznesi olarak demos veya halk kavramıyla ilgili daha pratik bir sorun, onun kapsamı konusunda ortaya çıkmaktadır. “Halk” bütün yetişkin nüfus mu yoksa sadece “yetkin” sayılanlar mı (sözgelişi zengin, erkek, beyaz… gibi) demektir? Teorik olarak, halk toplumun hâlihazırdaki bütün üyelerinden oluşur. Ne var ki, tarihsel olarak bakıldığında, bütün yetişkinler bile her zaman “halk” kavramına dâhil sayılmamıştır. Örneğin demokrasinin ilk örneği (archetype) olarak görülen eski Atina’da toplumun sadece bir azınlığı “demos”a dâhil sayılıyor ve yabancılar, köleler ve kadınlar siyasetten dışlanıyordu. Modern demokrasilerde de kadınlar ancak 20. yüz yılda seçme hakkına sahip olmuştur (İngiltere’de 1928, Amerika’da 1920, İsviçre’de [federal düzeyde] 1971’de). Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde zencilerin oy vermek hakkı ancak 1960’larda fiilen genel bir kabul görmüştür.
Yine, Aristo’dan buyana “halk”ın bir anlamı da ”yoksullar” demektir. Bu anlamda “halk” Türkçe’deki avam kavramına yakındır. Nitekim İngiltere’nin demokratikleşmesi “avam”ın (commons) temsilcisi olan meclisin (Avam Kamarası) yetki bakımından aristokratik meclisin (Lordlar Kamarası) yerini almasıyla gerçekleşmiştir. “Halk” bazen de yoksullar değil de orta sınıf anlamına gelmiştir. ‘’Halk’’ın bu şekilde toplumun dezavantajlı veya daha az avantajlı kesimlerini ifade etmesi, demokrasinin eşitlikçiliğinin sadece ilkesel bir gereklilik olmadığını, bunun aynı zamanda tarihsel-sosyolojik bir temeli de olduğunu göstermektedir.
Günümüz demokratik düşüncesinde ise “halk” hemen hemen bütün yetişkin nüfus anlamına gelmektedir. Bununla beraber, demokrasinin altında toplumun mümkün olduğunca çok sayıda üyesinin temel siyasal kararların alınmasına katılması gerektiği düşüncesine yatmasına rağmen, siyasî katılıma ehil olmadıkları açıkça belli olanların demokratik sürece dâhil edilmemesi gerektiği üstünde de yaygın bir görüş birliği vardır. Günümüzde çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayanlar ile –daha az kesin olmak üzere- suçlulara oy hakkı vermemek gerektiği genellikle kabul edilmektedir.
Barry Holden’ın buraya kadar özetlenen demokrasi tanımı esas olarak kamu siyasetine ilişkin temel kararların alınması üzerinde odaklanmakta ve halkı –veya temsilcilerini- bu kararların öznesi yapmayı demokrasi için yeterli görmektedir. Oysa demokrasi aynı zamanda temel siyasetleri belirleyenlerin verdikleri kararların sorumluluğunu üstlenmelerini ve hesap vermelerini de gerektirmektedir. Nitekim Jack Lively, yönetenlerin halka hesap vermesinin (accountability) demokrasinin tanımı bakımından hayatî önemde olduğuna dikkat çekmiştir (Garner & Ferdinand & Lawson 2012: 69). “Hesap verme”, yönetenlerin, iktidarları döneminde yaptıklarının doğruluk veya uygunluğunu yönetilenlere açıklama yükümlülüğü altında olmaları ve onlar tarafından görevden alınabilmeleri demektir.
4. Demokrasi ve Özgürlük
Bu yazının başında, demokrasiyi özgürlükten ayrı düşünmek doğru olmamakla beraber bu ikisinin ilişkisinin karmaşık bir ilişki olduğunu belirtmiştim. Bu ilişkinin niteliği özgürlük tarafından bakıldığında özetle şöyle görünür: Siyasî özgürlük şüphesiz kamu gücünün birey haklarıyla ve hukukun üstünlüğüyle sınırlanmasını gerektirir. Bu sınırlanma ihtiyacı demokratik yönetimler için de geçerlidir. Bir yönetimin demokratik yoldan göreve gelmesi onu otomatik olarak özgürlük için bir garanti yapmaz.
Öte yandan, soruna demokrasi açısından bakıldığında da benzer bir sonuca varılabilir. Başka bir ifadeyle, demokrasinin kurumsallaşabilmesi için temeline özgürlüğü koyması hem kavramsal hem de pratik bir zorunluluktur. Şimdi bu ilişkileri daha yakından ele alalım.
- Özgürlüksüz Demokrasinin Açmazı
Yukarıda açıkladığımız gibi, demokrasi yönetme iktidarının halktan (yönetilenlerden) kaynaklanması veya kısaca ‘’halkın yönetmesi’’ demektir. Ne var ki, yalın olarak “demokrasi” devlet iktidarının halka ait olması gerektiği anlamına gelirse de, iktidarın sınırlanması hakkında herhangi bir şey söylemez. Başka bir ifadeyle, bu tanım nasıl bir ‘‘halk yönetimi’’nin sözkonusu olduğu veya yönetme iktidarının yahut yöneten gücün sınırları konusunda sessizdir.
Yalın demokrasi bize ‘’kim yönetecektir?’’ sorusunun cevabını verir: ‘’Halk veya onu temsil edenler’’. Böyle bakıldığında, yönetimin halkın isteklerine ve ‘’iradesine’’ uyması sistemin yalın anlamıyla demokrasi olarak nitelenmesi için yeterlidir. Bir bakıma, ‘Halkın sesi hakkın sesidir.’ Demokraside yönetime halkın ‘’sesi’’ veya ‘’iradesi’’ hâkim olacaktır, yani halk nasıl istiyorsa öyle yönetilecektir. Bu aslında yalın demokrasinin özgürlük için bir tehdit de oluşturduğu anlamına gelir: Çünkü halk veya çoğunluk kendi amaçlarını geri kalanların pahasına gerçekleştirmek isteyebilir ki bu da bireyler veya grupların özgürlüklerinin bastırılmasıyla sonuçlanır. Sınırsız bir ‘’halk yönetimi’’nin bireylerin özgürlük alanlarına tecavüz etmeyeceğinin herhangi bir garantisi yoktur. Yönetimi belirleyen tek şey ‘’halkın iradesi’’ olduğunda, ‘’halk’’ isterse mal-mülkünüz yağmalayabilir, ‘’yanlış’’ inanç ve düşüncelerinizden dolayı sizi hapse atılabilir, hatta sizi ‘halk düşmanı’ veya ‘hain’ olarak yaftalayıp ölümünüzü hazırlayabilir. Bütün bunlar çıplak demokrasiye uygundur.
Böylece, devlet kurumu doğası gereği bireysel özgürlük için bir tehdit teşkil ederken, demokrasi bunu daha da artırabilir. Devlete halkın egemen olduğu düşünüldüğü, devlet halk iradesinin faaliyet aracı olarak görüldüğü veya devlet eliyle hareket edenin halkın kendisi olduğu varsayıldığı sürece, çıplak demokrasinin özgürlük için daha önce zaten mevcut olan tehlikeyi daha da artırmasından kaçınılamazı Ayrıca, son derece ihtimal dışı olan bir durumu gözardı edersek, ‘‘halk(ın) iradesi’’ denen şey gerçekte her bireyin iradesini içermez. Bundan dolayı, sözde halkın iradesini uygulamaya geçiren faaliyetin çoğunluğun dışında kalan bireylerin iradeleriyle çatışması ve onların özgürlüğünü tehdit etmesi mümkündür. Bu nokta, demokratik yönetimlerin de sınırlı yönetimler olması gerektiğini göstermektedir.
Yalın haliyle demokrasiyi (‘’halk iktidarı’’nı) özgürlük temel değeriyle çatışmaya götüren nedenlerden biri, ‘‘halk’’ın irade sahibi tekil bir özne olarak görülmesidir. Oysa gerçekte irade sahibi, düşünen, karar veren ‘’halk’’ diye tekil bir özne yoktur. Var olan, inançları, düşünceleri, çıkarları, hassasiyetleri farklı farklı milyonlarca bireysel özneler ve gruplardır. Bu şu anlama gelir: Toplum yekpâre, müttehit ve tekil bir organizma değil, çoğul bir formasyondur. Bundan dolayı, toplumda tek bir irade ve çıkar değil, çok sayıda farklı irade ve çıkar vardır. Kısaca, toplum tek bir sesle konuşmaz. Halk iradesi veya millî irade kavramının olgusal bir karşılığı olmayan, zihinsel bir inşadan ibaret olmasının da nedeni budur. Kısaca, halk diye bütünleşik bir özne olmadığından, pratikte ‘’halk’’ dendiğinde kastedilen belli bir dönemdeki çoğunluktur, hatta bazan da ‘halk’ adına konuşan azınlık bir politik elit grubudur. Çoğunluğun sözde iradesine dayalı sınırsız yönetimin çoğunluk diktasına dönüşmesinin kavramsal zeminini işte bu anlayış oluşturmaktadır. Öyleyse, özgürlüğün korunması için halk yönetiminin (demokrasinin) de sınırlanması gerekir.
b) ‘’Özgür Halkın Yönetimi’’ Olarak Demokrasi
Öte yandan, özgürlüğün demokrasi için vazgeçilmez olması kavramsal açıdan da bir zorunluluktur. Özgürlüğe dayanmayan sahici bir halk yönetimi kurulmaz. Şöyle ki: Halkın (‘insanlar’ın) yönetimi kontrol edebilmesi için herşeyden önce onların özgür olmaları ve özgür kalmaları gerekir. Giovanni Sartori’nin (1995) deyişiyle demokrasi ‘’halk(ın) yönetimi’’nden ziyade, ‘‘özgür halkın yönetimi’’ olarak var olabilir. Sartori onun için ‘‘demo-power’’ın (halk iktidarının) önşartının ‘‘demo-protection’’ (halkın korunması) olduğunu yazmıştı. Yani, iktidarla donatılmadan önce halkın özgür olması gerekir. Onun için, zorbalıktan özgürlük demokrasinin zorunlu bir şartı veya hatta tanımlayıcı bir unsurudur. Bu da, özellikle güçlü bir özgürlük geleneğine sahip olmayan toplumlarda demokrasi için bireylerin hak ve özgürlüklerini koruyacak anayasal ve kurumsal güvencelerin varlığını şart koşar.
Kişilerin hayatlarının ve dokunulmaz alanlarının garanti edilmediği; vicdan, ifade, basın, toplanma ve örgütlenme gibi sivil özgürlüklerin tanınmadığı bir yerde demokrasi ne kurulabilir ne de işletilebilir. Çünkü bu özgürlüklerin garanti altında olmadığı bir yerde, bireyler hem anlamlı siyasî tercihler oluşturabilmeleri hem de iktidarı denetleyebilmeleri için gerekli olan bilgiye erişemezler. Esasen, ‘’halk’’ kavramının çoğulcu doğası da demokrasi için farklı görüşleri halka sunma özgürlüğünün varlığını ve insanların istediği kararı vermekte özgür olmalarını zorunlu kılmaktadır. İfade, basın ve toplanma özgürlüklerinin güçlü bir korumaya sahip olması bu bakımdan özellikle önemlidir. Keza, demokratik katılımın gerçekleşmesi de sadece seçme ve seçilme hakkının değil, diğer sivil ve siyasî özgürlükler yanında hukukun üstünlüğünün de kurumsallaştırılmış olmasına bağlıdır.
c) Bireysel Self-Determinasyondan Demokrasiye
Demokrasinin özgürlükten ayrılamazlığı daha temelde self-determinasyon kavramıyla temellendirilebilir. Başka bir anlatımla, demokrasi teorik olarak pekâlâ bireysel self-determinasyon (veya özerklik) kavramından türetilebilir. Demokrasiyi bireysel self-determinasyonun kollektif alana yansıması veya kollektif tezahürü olarak görmek mümkündür.
Buna göre, her bir özgür ve özerk birey kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir. Bireyler böylece kendi hayat amaçlarını belirleyip o doğrultuda eylemlerde bulunabilir ve kendilerini gerçekleştirebilirler. Ancak, günümüzün ulus-devletlerinde kişilerin hayatlarının gidişatı sadece onların kendi bireysel kararlarına bağlı değildir. Siyasî iktidarın aldığı kararlar da bireysel hayatlarımızı önemli ölçüde etkiler; hayat çevremizin şekillenmesinde kamusal kararların ihmal edilemeyecek bir rolü vardır. Bundan dolayı, bireyler olarak kamusal kararların oluşumuna katılmadan kendi hayatlarımıza veya kaderimize tam olarak hâkim olamayız, kısaca kendimizi tam olarak belirleyemeyiz. Bu da özgür ve özerk bireyler varsayımı altında demokrasiyi zorunlu hale getirmekte, ama aynı zamanda özgürlük ve özerklik için temel hakların herkes için garanti altında olmasını şart koşmaktadır.
Ancak, siyasal sürece yurttaş katılımının bir hayli sınırlı olduğu günümüz temsilî demokrasilerinde bu idealin gerçekleşme şansının fazla olmadığını da belirtmek gerekir. Bu katılım araç ve yollarınınyetersizliğinden olduğu kadar, yurttaşların siyasete ilgisizliğinden de ileri gelebilir. Siyasete ilgisizlik kimi bireylerin pekâlâ bilinçli bir tercihi olabilir. Bu durumda, kamusal kararların alanını bireylerin özel alanları lehine daraltmak self-determinasyon ideali açısından belki de daha makul bir çözümdür.
5. Sonuç
Özgürlükle demokrasi arasındaki karmaşık ilişkinin incelenmesi göstermektedir ki, özgürlük başlı başına bir değer olduğu gibi, aynı zamanda demokrasinin de varlık şartlarından biridir. Demokrasi ya özgürlükle beraber olacaktır, ya da hiç var olmayacaktır. Çoğu zaman yalın ‘’demokrasi’’den değil de ‘’liberal demokrasi’’den söz etmeyi tercih etmemizin nedeni budur. Aslına bakılırsa, sadece ‘’demokrasi’’ dediğimiz çoğu durumda bile kast ettiğimiz liberal demokrasidir. Herhalde demokrasiyi halkın (fiiliyatta çoğunluğun) keyfî ve sınırsız iktidarı anlamına geldiği için temel bir değer olarak görmüyoruzdur.
Böylece, demokrasi temel siyasal kararları halkın aldığı, ama halkın alabileceği kararlar üzerinde sınırların bulunduğu bir sistemi ifade etmektedir. Hayek’in dediği gibi (2013: 189), çoğunluğun görüşünden bağımsız bir adalet kavramına dayanmayan bir demokrasi demokrasi olarak varlığını sürdüremez. Böyle bir adalet kavramının gereklerinin başında ise bireylerin haklarının korunması gelir.
REFERANSLAR
Birch, Anthony, (1993), The Concepts and Theories of Modern Democracy (London: Routledge).
Erdoğan, Mustafa, ‘’Hayek’te Demokrasi ve Özgürlük’’, http://erdoganmustafa.org/hayek-ve- demokrasi/
Garner, R. & Ferdinand, P. & Lawson, S. (2012), Introduction to Politics (New York: Oxford University Press).
Hayek, Friedrich A. (2013), Özgürlüğün Anayasası, Çelikkaya, Y. Z. (.ev.), (Ankara: BigBang Yayınları).
Hayek, Friedrich A. (2012), Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Yayla, A. & Erdoğan, M. & Öz, M. (Çev.), (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları).
Heywood, Andrew (2007), Politics (New York: Palgrave Macmillan, 3rd ed.).
Holden, Barry (1988), Understanding Liberal Democracy (London: Philip Allan).
Popper, Karl R. (1993), ‘’Açık Toplum ve Düşmanlarına Yeniden Bakış’’, Çev. Dağı, İ. D (çev.), Yayla, A. (der.), Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar (Ankara: Siyasal Kitabevi).
Sartori, Giovanni (1995), “How Far can Free Government Travel?”, Journal of Democracy, Vol. 6, n. 3, ss. 101-111.
[1] Bu konuda ayrıca, bkz. Erdoğan
Kaynak: https://daktilo1984.com