Suriye’de olup bitenler dikkatlerimizi tekrar bölgeye yoğunlaştırdı. Türkiye toplumu yine ortadan ikiye bölündü.
Bir grup fetih marşları çalarak, kendisinden geçerek Osmanlı’nın yeniden dirilişini müjdeliyor. Her ne kadar iktidar aktörleri sessizliğe bürünmüş ve cılız seslerle bu fetihçi tarafın arkasında olmadığını ifade etse de, taraftarları Türkiye’nin devlet olarak savaşan örgütlerin arkasında olduğunu bas bas bağırmakta. Diğer grup ise, bu savaşçıları desteklemenin Türkiye için dipsiz bir kuyuya tekrar girmek, yeni bir macera atılmak olduğu, yeni bir göç dalgasının Türkiye’ye yöneleceği ve bu ekonomik şartlarda Türkiye’nin bunun altından kalkmayacağı konusundaki endişe ve korkularını dile getiriyorlar.
Her iki tarafta da meseleye adalet, hakkaniyet, ilmi, ahlaki bir pencereden bakmak yerine ideolojik, siyasi ön yargılarla, ezberlerle bakan bir kitle var.
İki taraftan bağımsız olarak meseleyle ilgili şahsi düşüncelerimi ve kanaatlerini ifade etmeye çalışacağım.
Önce şunu ifade edeyim: Suriye’deki Esad rejiminin antidemokratik otoriter bir rejim olduğundan kimsenin şüphesi yok. Yıllarca mezhebi bir azınlığın hakimiyetinde yönetilen, hak ve adalet talebinde bulunanlara büyük zulümlerin uygulandığı bir rejimden bahsediyoruz. Bu rejim baskıyla, yıldırmayla hükmünü “Arap Baharı” denilen ama temelde “Arap Kışı” olan zamana kadar sürdürdü.
İç savaşın başlamasından önce Türkiye-Suriye ilişkilerinde ciddi gelişmeler söz konusuydu. Ortak parlamentonun bile telaffuz edildiği gelişmeler her iki tarafın halklarını heyecanlandırdı, umutlandırdı. Bir Osmanlı bakiyesi olarak akraba ve dindaş topluluklarının bulunduğu coğrafyamızda bu sıcak ve barışçıl ilişkiler elbette iki ülke halklarını heyecanlandırdı, umutlandırdı, memnuniyetle karşılandı.
Ondan sonra ne olduysa iki komşu ülke arasına birden ABD kara kedisi girerek iyi niyetin göstergesi olarak başlayan bu ilişkileri bir yumağın iplerinin dolaşması gibi çözülmesi zor olan bir sürece evirdi. İlişkilerin bu hale gelmesinin en önemli failinin ABD ve ABD merkezli BOP projesiyle çizgiden çıkarılan Türkiye olduğu maalesef şüphe götürmez bir hakikat olarak önümüzde duruyor.
Herhalde bizatihi ülkenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itirafından sonra bugün hiç kimse BOP projesini inkar etmemelidir. BOP projesinin görünen hedefi, bundan böyle Türkiye’nin Ortadoğu halklarına ağabeylik yapması veya Türkiye’nin liderliğinde konfederatif bir çatı altında toplanmasıydı. Ancak güdülen gizli ajandanın, ABD’nin bölgeyi tek elden kontrol etmesi olduğu da kuvvetle muhtemel olan bir husustur.
Her vesileyle ifade ettiğimi tekrar edeyim: ABD veya Rusya gibi hafızası ve think-tank kuruluşları güçlü olan ülkeler, bu yapılarıyla 2. ve 3. dünya ülkelerinin gerek siyasi ve gerekse sosyal örgütleri ve önderlerini mercek altına alıyor, onların insani karakterlerini, zaaflarını, beklentilerini kolayca çözüp ona göre projeler geliştiriyorlar.
BOP projesinin başkan yardımcılığına uygun görülen CB Erdoğan’ın da aynı usul ve yöntemlerle karakter ve psikolojik tahlili yapılmış, zaaflarının ölçülmüş olduğunu düşünüyorum. Neşet ettiği siyasi damarın en büyük özleminin Osmanlı’yı yeniden ihya etmek olduğunu, Erdoğan’a da bir müslüman lider olarak yeni düzenin halifesi olabileceği umudu ve hayalinin aşılanmasıyla Türkiye’nin gönüllü olarak bu maceraya sokulabileceğini hesaplayan ABD sözkonusu projeyi başarılı bir şekilde uygulamaya koydu.
Üflenen bu sam yelini arkasına alan Türkiye, İslam coğrafyasının tüm sorunlarına bir “ağa baba” rolüyle müdahil oldu. Mısır, Suriye, Libya ve Irak’ın içişlerine karıştı. Ve ne yazık ki, hiçbir ülkede barışın aktörü olamadı, tam aksi ihtilafları daha çok derinleştirdi.
Şimdilerde ise sözlü olarak itiraf etmese de fiilleriyle, yeni siyasi argümanlarıyla geçmişte yaptıklarından dolayı pişman olmuş gibi bütün bu ülkelerin liderlerine barış eli uzatıyor. Mısır’la kaç yıllık küskünlükten sonra nihayet tokalaştılar. Ancak Suriye lideri, Türkiye’nin silahlı güçleri ülkesinden çekilmedikçe Türkiye ile bir ilişki geliştirmeyeceğini ileri sürerek Türkiye’nin uzanan elini geri çevirdi.
Şimdi gelelim meselenin ilmi, hukuki ve ahlaki boyutuna.
Türkiye, ABD’nin aldatmasıyla, kışkırtmasıyla savaşın tarafı olmayarak sonuna kadar barışı zorlayan bir komşu konumunu sürdürmüş olsaydı ve taraflar arası uzlaşma ve barış elçisi rolü oynayabilseydi bu hem adil ve hem ahlaki bir tutum olurdu.
Bir komşu ülkenin iç ihtilafının derinleşmesinin diğer tüm komşu ülkeleri olumsuz anlamda etkileyeceğini hesaplayamayan siyasi akıl bir süre sonra gerçeklerle yüzleştiğinde artık boğazına kadar batağa batmış olarak inatla yanlışta direndi.
Bu tür durumlarda adil ve tutarlı olmak adına empati yapmak zorunluluğu var. Türkiye, Suriye’nin Türkiye’de yaşanan bir iç kalkışma karşısında nasıl davranacağını öngörebilmeli, Suriye silahlı güçlerinin bulduğu ilk fırsatta Hatay’dan girerek ülkemizin bir bölgesini işgal ettiğini farz ederek empatik bir akılla hareket edebilmeliydi. Böyle bir harekata Türkiye olarak ne kadar rıza gösterebilirdik?
İnanıyorum ki, eğer Türkiye bölgede bir barış elçisi rolü oynamış olsaydı belki bugün çoktan iki hegemonik gücün (ABD, Rus) etkisini kırıp Suriye’de demokratik bir yapının oluşmasına önemli bir katkıda bulunmuş ve dolayısıyla bu savaştan dolayı milyonlarca göçmenin yerlerinden, yurtlarından ayrılıp Türkiye’ye iltica etmelerinin önüne geçmiş, kendi iç huzurunu da korumuş olurdu. Akıllı bir diplomasiyle bunu başarabilirdik ama ne yazık ki, bunun yerine hem komşumuzun hukukunu çiğnedik ve hem de bunun sonucu olarak sosyal ve ekonomik sefalete mahkûm olduk.
Bugün ise, müflis taraf olarak içinde debelendiğimiz bu bataklıktan çıkmak yerine halen komşu ülkenin toprakları üzerinde fetih rüyaları görüyoruz. Allah aşkına Suriye’nin kuzeyinde yeni bir “Türkmeneli Devleti” kursanız ne olur? Suriye ile ihtilafınız bitecek mi? Yıllarca sürecek bir kavgaya hazır mısınız? Kendi ülkenizde kuramadığınız barışı, siyasi haritanızı büyüterek halkları barış içinde nasıl yöneteceksiniz?
Savaşa taraf olmak değil, savaşı önlemenin tedbirlerini alalım, gecikmeyle de olsa barışı ve demokratik bir rejimin inşa edilmesi için tarafları zorlayalım. Suriye’nin toprak bütünlüğünün demokratik bir rejimle korunması hem Suriye hem de diğer komşu ülkeler için çözümün olmazsa olmaz bir şartıdır.
Düzensiz silahlı örgütlerin nerede duracakları belli olmaz, yarın dönüp aynı silahlarla sizi de vurabilirler.
Artık şu fetih teranelerinden de vaz geçin. Kim ki, sizi bu hayallerle besliyorsa bilin ki, sizi zehirliyor, ateşe atıyor. Zamanımızda fetihler güçlü diplomasi ve doğru, adil bir temsille mümkündür. Savaşarak, vuruşarak, öldürerek değil, akılla, hikmetle barışı mümkün kılarak gerçekleşir. Çağımız silahlı savaşları hiçbir taraf için sürdürülebilir bir barışı sağlayamaz. Barış temin etmeyecek bir savaş ise yüzyıllar sürecek bir kin ve husumetin tohumlarını eker. Mevcut durumda her şey için çok geç kalınmış gibi görünse de ümidi canlı tutarak harekete geçmek siyasetçilerin görevi, onlardan bunu talep etmek de bizlerin hakkıdır.
Görelim Mevla neyler, ne eylerse güzel eyler…