“Tabu” esas olarak kültürel antropolojiyle ilgili bir kavram. Bir toplumun veya grubun kültüründe hâkim olan, tabiatüstü bir güçten zarar görme korkusuna dayalı dokunma, kullanma veya söyleme yasağını ifade ediyor. Dokunma yasağı birçok durumda tabunun konusu olan şeyin “kutsal” sayılmasından veya “kutsallaştırılması”ndan kaynaklanır. (“Dokunma, çarpılırsın!”)
Tabu kavramının iki yüzyıldan daha uzun bir geçmişi var. Kavram başlangıçta “ilkel” toplumları tanımlamada kullanılıyordu. Ama bugün onu halâ kullanıyorsak, demek ki açıklayıcılığı “ilkel”lerle sınırlı değilmiş. Yani kavram eski, ama işaret ettiği fenomen bugün halâ çağdaşımız bizim.
Tabular, genellikle, rasyonel olarak açıklanamayan yasaklardır. Gerçi bazı tabuların arka planında meselâ sağlık ve güvenlikle ilgili gerekçeler veya kaygılar var olmakla beraber, çoğunun makul bir açıklaması yoktur. Öyle veya böyle, günümüzde “tabu” denince asıl anlatılmak istenen akıl dışı yasaklardır.
Tabuların bir özelliği de, var olan düzeni korumaya hizmet etmeleridir. Bu amaç açısından bakıldığında, düzenin “dokunulmazlar”ının veya “kutsallar”ının akılcı olarak temellendirilmemeleri daha işlevseldir. Çünkü bu, düzenin sorgulanmamasını, sorgusuz sualsiz kabul edilmesini kolaylaştırır. Aksi halde, tabuları akıl yoluyla sorgulamaya bir kere başladığınızda, gerisi çorap söküğü gibi gelir (veya öyle olacağından korkulur). Yunus Emre ne güzel söylemiş:
Yerden göğe küp dizseler/Birbirine bend etseler/Altından birin çekseler/Seyreyle sen gümbürtüyü
Evet, “Aydınlanma aklı”nın modernliğin temel belirleyicilerinden biri olmasına bakmayın siz, akıldışılığın doruk noktasını oluşturan “tabu” asıl bugünün/modernliğin gerçeği. Şu ironiye bakınız ki, modernler sözde “ilkel”i inceliyorlardı, ama bu tabu hikâyesi aslında “onların –yani bizim- de hikâyemiz”di.
Bu aslında tam da Türkiye olarak “bizim” hikâyemiz”. Kendimize uyarlanmış ve “zenginleşmiş” haliyle… Şöyle ki:
Türkiye tabuyu kültürel alandan siyasî alana taşıdı. Nitekim, Cumhuriyet’ten buyana bizde en ürkütücü tabular “sıradan” halkı değil, “aydın”(lanmış)ları tutsak almış vaziyette. Bunun doğal bir sonucu olarak da, Cumhuriyet korkuyu maddî-dünyevî hale getirdi. Artık tabiatüstü güçlerden değil, Cumhuriyet’in kanunlarından ve mahkemelerinden korkuyoruz.
Hem biz bu hikâyeyi öyle zenginleştirdik ki; tabuları kısmî ve arızî olmaktan çıkarıp, “düzen”in devamını tamamen onlara bağladık. Aslında tek bir Büyük Tabu’ya… Çünkü burada tabuların hepsi aynı kapıya çıkıyor.
Artık şunu yüksek sesle ilan etmenin ve gereği için aklımızı ve irademizi seferber etmenin zamanı geldi de geçiyor:
Aklı ve özgür düşünceyi kamu hayatından kovmaya çalışan, bizi hep çocuk kalmaya mahkum eden, insanların gözlerini kör, kulaklarını sağır, akıllarını tutsak eden, onları robotlaştıran, bizi medenilikten alıkoyan, en önemlisi zulme dayanak olan bu “Büyük Tabu”dan kurtulmak zorundayız.
Geleceğimiz, ruh sağlığımız, kendimize güvenimiz… kısaca önemli olan her şeyimiz buna bağlı. (Star-31 Ocak 2008)