Neresinden tutsam ülkemin, kopmuş gidiyor,
Güzel gün görmeye ömrüm yetmiyor.
Bunu maalesef her dönemin okumuş, yazmış, insanları, düşünürleri hep söylemişler. Bugün de söylemeye devam mı edeceğiz?
Akıl, bilim, vatan, millet, hürriyet, demokrasi istemek bu ülkede suç olabiliyor. Sıkıntı burası. Kriz yaratmak mahareti iktidarı elinde oluyor.
AK Parti’nin baroların yapısında değişiklik yapmaya hazırlanmasına tepki gösteren baro başkanları çeşitli şehirlerden bir araya gelerek “savunma yürüyüşü” başlattı. İktidar meşru yollarla yapılan tüm direnç kapılarını kapatarak “çoklu baro” isimli bir baro sistemini, baroların Ekim ayında gerçekleştirilecek olan seçimleri öncesi yasalaştırmak istiyor. Yürüyüş iktidar tarafından engellendi. Arbedeler oluştu. Sırf demokratik yollarla muhalif görüşlerini ortaya koyan, T.C. Anayasası ve avukatlık kanununun kendilerine yüklediği hak ve sorumlulukları gereği, mesleğin onuru için yürüyen baro başkanlarının fiziki müdahaleye maruz bırakılması, avukatlık mesleği açısından talihsiz, utanç verici ve bir o kadar da kabul edilmez. İşin garip tarafı sayın Meral Akşener dışında siyasi destek de pek verilmedi.
Şimdi geriye baktığımızda sivil toplum örgütlerinin en etkili savunma alanının da sesi kısılmış oldu. “Susma sıra sana gelecek” derken geldi de. Çünkü sadece yeşil pasaport imkânı alacağız diyerek bu teşkilatı bölenler, çay toplama törenleri ile de adaleti mecrasından çıkarttılar.
Devlet kurum ve kurallarla yönetilir. Her kurumun elbette hassas alanları vardır ama bildiğimiz yargıçlar, diyaneti temsil edenler ve üniversite hocalarının cübbeleri düğmesizdir ve cepleri yoktur. Yani bu kıyafetler sıradan bir kıyafet değildir. Kurumun önemini anlatır. Vicdanın ve tarafsızlığın sembolüdür. Kimseden emir alınmasın, kimsenin önünde iliklenmesin diye cübbenin düğmeleri yoktur. Yargı, kamu hizmeti olduğu için cübbenin cebi de yoktur. Toplumun hürmetle ve saygıda kusur etmemesi gereken bu kurumlar, sağlam, güce itaat etmeyen, bağımsız ciddi ve güvenilir olduğu için önemlidir. Tarih sahnesinden silinen milletlerde bu kurumların bozulması akıbetlerini hazırlamıştır. Var olma yok olmanın neticesi budur.
Kaderimiz olan bu topraklarda eğer sıkıntı, çile varsa, huzur ve güven yoksa bu cübbelerin düğmeli hale getirilişidir. Hele ki bunlara 18 yıllık iktidarda 18’er düğme bile az gelir. Cepler zaten hazineye ortak, sıfata göre pay bölüşümü oldu. “Torbasına konan yemi” düşünen sivil toplum örgütlerinden hakikati, hukuku, adaleti, demokrasiyi savunmaları beklenemez. Bunun örnekleri geçmişte ve yaşadığımız günlerde pek çoktur.
Tamda bu gündem konuşulurken, bir dostum ilgimi çeken bir yazı göndermiş. Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca’nın anlatımıyla “Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey Olayı” adlı kitapta Kemal Beyin cebinden çıkan mektubu okuyunca çok hüzünlendim. Kitap 10 Nisan 1919 tarihindeki acı hatırayı naklediyor. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in Yozgat adliyesinde suçlamalarda berat verilmesine rağmen, İstanbul’daki işgal güçlerinin etkisiyle yargının verdiği adaletsiz uygulamayı, rezaleti anlatır. Kaymakam Kemal Bey haksız idam kararında ecnebilere yarananları, o günün düğmeli cübbelilerine;
“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet!…
Benim sevgili kardeşlerim. Asil Türk Milleti’ne çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletime zeval vermesin..”
diyor. Harp Divanının başında olan Nemrut lakaplı Mustafa Paşa, Kaymakam Kemal Bey’i, Urfa Mutasarrıfı Mehmet Nusret Bey’i, Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit Bey’i ve diğerlerini idama mahkûm eder. Üstelikte o günün düğmeli Şeyhülislam’ından onay olarak. Burada bu kararı verenler o günün hukukçuları değil, emri başka yerlerden alan siyasal güçleridir, ecnebilerin taşeronlarıdır.
Bu adaletsizlikler o kadar çok olmuş ki her dönemde milletimizin masum evlatları suçluların yanında, suçsuzlar da gizli tanık, sahte şahitlikler, komplolar, tuzaklar, ahlaksız iftiralarla yok edildi ve yok edilmeye de devam ediyor. Bunlar her dönemde yaşandı ve yaşanıyor. Ölenler suçlu diye mezar yeri bile verilmiyor, namazına izin verilmiyor. Sanki çok büyük maharetmiş gibi. Hiç mi vicdan, merhamet, adalet bulaşmamış. Kamusal cinayetlerinin maharetlilerini nesillerini devam mı ettirmek istiyorsunuz? Bunları yapma mecburiyetiniz yok ama mesuliyetiniz bir gün olacak ve adalet karar verecek.
Yeniçağ Gazetesi yazarı sayın Orhan Uğuroğlu 26 Haziran 2020 tarihindeki yazısında, idamlar, haksızlıklar, zulümler, pasaportlara tahdit konulması, 300’e yakın kişinin kuşkulu ölümü, 171 kişinin işkenceden ölmesi, dernek faaliyetlerinin durdurulması, gazetecilerin hapiste olması, gazetecilere yapılan saldırılar, anne ve çocuklarının görmeleri ile ilgili istatistikler vermiş. Ürpermemek elde değil. “Adalet saraylarında, adalet var mı?” diye soruyor ve “Adalet yok saray var” diyor. Haksız mı?
Bu ülkede, değişik adlarla yok edilen namuslu ve dirençli nesilleri bu hale getiren sorumlular aynı uygulamayı niçin kendileri yaşamazlar? Ülkücü, Devrimci, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Sağcı, Solcu denilerek şimdi de farklı isimlerle bu ülkenin evlatları yok edilirken niçin hakikatlerde ses çıkartılmıyor. Geçmiş dönemlerde geçmiş iktidar mensuplarının bir yanlışında yeri göğü inleten besleme basın, koltuk düşkünleri, ahlak yoksunları, hukuk dâhisi kesilenler bu kadar adaletsizliklere niçin ses çıkarmazlar? Bunların sorgulanması lazım. Eğer haksızlığa karşı çıkanlar varsa ve başlarına sıkıntı geldiklerinde sadece tarafgirlikten dolayı seviniliyorsa o da ahlaki ve adaletli bir davranış değildir. Adalet taraf tutmaz, taraflara torpil de yapmaz. Günümüzde sarı öküz hikayesi misali, namuslu direnç nesilleri tek tek birbirlerine çatıştırarak yok etme oyunu geçmişte olduğu gibi yine sahneye konuluyor. Soygun ve yanaşma düzeninin mensupları rahat etsin diye mi?
Baroların durumuna elbette üzülüyoruz ama ülkedeki her türlü haksızlığa karşı çıkan öncüler olsalardı, bugün çok farklı bir konumda olabilirlerdi. 1980 öncesi Ülkü-Bir, Töbder, Polbir, Polder, sağ-sol diyerek tüm sivil toplum örgütlerini ve kurumları çarpıştıran zihniyetin maşası olmanın anlamı yok. Haksızlık ve adaletsizlik kime yapılırsa yapılsın, adı ne olursa olsun siyaset karar vermemeli, adalet ve hukuk bağımsız şekilde görevini yapmalı.
Berlin’de hakimler var diyenlerin Batıda güvencesi adalete dayanırken; bizde Allah hâkime düşürmesin dedirten sebep nedir? Alimler ve hakimler ilmi ile amel etmelidir. Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir. İktidarın öç alma kurumları değildir. Devletin güvenliği, hukukun güvenliği ile eş değerlidir. Polis, hâkim, vali, savcı, imam siyasetin elemanı ise devletin ve milletin eceli yakındır.
Hukukun kuvveti azalırsa, kuvvetlinin adaletsizlikleri hâkim olur. Toplumu bir arada tutan adalet duygusudur. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemini analiz edenler, uygulamaya bakanlar, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı konusunda bugünkü gidişattan memnun oluyorlar mı? Kurtuluş çareleri niçin düşünülmüyor? Prof. Dr. Kemal Gözler “Türkiye Nereye Gidiyor” kitabında ve Taha Akyol’un “Türkiye’de Hukuk Serüveni” kitabında anlatılanlar ve gerçekler adaletsiz uygulama yapanlara yol gösterici olabilir. Daha pek çok kaynaklar vermek mümkündür. Yazık oluyor bu ülkeye. İnsanlığa yazık oluyor. Kuruluş emanetine yazık oluyor. Çünkü bu ateş korona virüsü gibi ayırt etmeden hepimizi yakacaktır.
Sevindirici bir olay “Z kuşağı” bunları düşünüyor ki saltanat sürücülerini rahatsız etmeye başladı. İdeolojik ve kimlikçi bir örgütlenme modelleri ve bağnazlıklar artık eskidi. Akıl, ilim, hukuk, insani kardeşlik, eşitlik, bireyin hak ve hürriyeti yeni çağın gereğidir. Siyasal hayatta çoğulculuk ve yarış; hoşgörü ve demokrasi kültürünün olmazsa olmazıdır.
Adaletsizliğe uğrayan düşmanın da olsa hakikati savunmak insani bir görevdir. Sivilleşme, demokratikleşme, özgürlük, sevgi ve ahlak kapısıdır. Bu kapıyı açan, onu gerçekleştiren ve uygulama gayretinde olanlar kim olursa olsun baş tacımızdır. Teokratik oligarşilerin özlemini çekenler ve yaşatmak isteyenler unutmasınlar ki bunun acısını kendileri de çekerler. Geçmişte bunun örnekleri sayısızdır.
Hakikatlere, adaletlere sahip çıkalım. Haksızlıklarla topyekûn mücadele edelim. Burada ayrıma girersek tek tek olduğu gibi hepimiz yok oluruz. Susma sıra sana da gelecek.