Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, “Ruhen ve bedenen tam bir iyilik hali” diye tarif ediyor. Tanımda, “Ruhen iyilik” öncelikle yer alıyor. Hekimlerin de üzerinde ittifak ettikleri en önemli husus, bedeni (fiziki) hastalıkların çoğunun insanın ruh dünyasındaki travmalardan kaynaklandığıdır. Onun için de uzun yıllardır gelişmiş ülkelerde koruyucu hekimlik, tedavi edici (klinik) hekimlikten önce geliyor. Ülkeler en büyük yatırımlarını koruyucu hekimliğe yapıyorlar.
Ne yazık ki, Türkiye’de, sağlığa ayrılan bütçenin önemli bir payı “tedavi edici” hizmetlere ayrılıyor. Örnek mi? Gözümüzün önündeki dev şehir hastaneleri…
Aslında sağlık ocakları modeli ve daha yeni sayılabilecek bir dönemde ülkemizde ihdas edilen “Aile Hekimliği” koruyucu hekimlik amacına hizmet gayesiyle örnek alınıp uygulanmaya çalışılmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür sağlık kuruluşları süreç içinde koruyucu hekimlik yerine klinik tedavi gerektirmeyen hafif hastalık hallerinde müracaat edilen kurumlar halinde hizmet veriyorlar. Bu anlamda muazzam bir israf yaşanmaktadır.
Bu kısa girişten sonra asıl maksadımı ifade etmeye çalışayım.
Malum, ülkemiz ağır bir ekonomik krizi yaşıyor. Toplumun büyük bir kesimi açlık veya yoksulluk sınırında kıvranmaktadır. Gelecek endişesi karabulutlar gibi toplumun üzerine çökmüş durumda. Yarınlarından endişeli insanların bir kısmı çareyi yurt dışına gitmekte arıyor. Bu imkanı bulamayanlar ise büyük bir bunalımı yaşıyorlar veya eşiğindeler. Her sabah bir umutla çıktıkları hanelerinden büyük bir umutsuzluk ve çöküntü ile dönüyorlar.
Bu ülkede büyük bir ekonomik kriz yaşanmakta mı? İnkârı kabil mi? İnanmayan nadanlara söylenecek bir kelime yok. Kıyamet kopmadıkça, mahşer meydanında toplanmadıkça inkarlarına devam edecekler.
Yıllık enflasyonun %100’ü aştığı bir ülkede bir ekonomik seferberliğin başlatılması gerekmez mi? Bir önceki yazımda da ifade ettiğim gibi fedakarlığı ilk önce kendinizden başlayarak toplumu topyekûn fedakarlığa davet etmeniz gerekmez mi?
Allah aşkına ne olmasını bekliyorsunuz?
Evet, dünya bir gıda krizi ile karşı karşıya. Bu şartlarda bu krizi kaldırabilecek ne tür tedbirleriniz var? Yoksa “ölen ölür; kalan sağlar bizimdir” mi diye düşünüyorsunuz? Tedbirsizliğinize, kaygısızlığınıza bakılırsa öyle gözüküyor.
Söyleyeceğimi aslında sizin benden iyi biliyor olmanız lazım. Malum, hayat pahalılığı nedeniyle geniş bir toplumsal kesimin alım gücü iyice daraldı. Dolayısıyla temel gıda maddelerini almada ciddi bir sıkıntı yaşıyorlar. Hanelerin mutfaklarına giren temel gıda maddeleri gün geçtikçe azalmaktadır. Bu da yetersiz beslenmeye yol açmaktadır. Yetersiz beslenme demek, daha çok hastalık, daha çok ilaç tüketimi ve daha çok klinik tedavi; yani, daha çok harcama demektir. Yazının giriş bölümünde ifade ettiğimiz gibi dünya koruyucu hekimliğe büyük yatırımlar yaparken bizler ise var olanı da tükettik ve tamamen tedavi edici hekimliğe mahkum olacağız. Daha kötü olanı ise klinik hekimliğin de gittikçe zayıfladığıdır. Var olan potansiyel de yurt dışına kaçmaktadır. Herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine.
Diğer bir çıktı ise, TL’nin değer kaybından dolayı, iç piyasada satılamayan gıda ürünleri dış piyasaya arz ediliyor. İhracatçılar için daha karlı bir alan. Hem de dünyanın en kaliteli ürünleri bu ülkenin insanının kursağına girmiyor ve yurt dışına çıkıyor.
Gerek ekim alanlarının daralması ve gerekse akaryakıt, tohum, gübre, işçilik fiyatlarının yükselmesiyle ekimden vazgeçen çiftçileri düşündükçe geleceğimiz daha çok kararıyor. Bu kadar kara bir tablonun bağıra bağıra geldiği bir ülkenin yöneticilerinin kaygısızlığını, vurdumduymazlığını gördükçe daha çok endişeleniyor, kahırlanıyoruz.
Evet, neticede bu tablo önümüzdeki yıllarda toplumumuz için daha çok hastalık, daha çok ilaç tüketimi ve daha çok mental hastalıklar demektir. Bunu bilmek için uzman olmaya gerek yok. Az çok akleden herkesin görebileceği bir kara tablo…
Durum bundan ibaret beyler. Tehlike gerçekten büyük. Bunu görmemek için kör ve sağır olmak lazım. Sizin tuzunuz kuru; keyfiniz yerinde; oturun rahatınıza bakın; şifalı karışımlarınızla tatlı uykulara dalın…
Ama bilin ki, açların, sefillerin, çaresizlerin, evlerine ekmek getiremeyen anne-babaların; iş bulamayıp bunalıma giren gençlerin; evlenmeye para bulamayan gençlerin acıları, haykırışları uyutmayacak sizleri!