Ülkemizde meydana gelen tarihimizin en büyük deprem felaketinden sonra yine kendimize dönüp, “niye bu haldeyiz; İslam dünyasının hali nedir böyle?” diye hayıflanıp durmaya başladık.
Yine birinin çıkıp “deprem şu kötü, zararlı adamların söz ve fiillerinden dolayı başımıza geldi” demesini bekledim. Ancak deprem bölgesinde ülkenin muhafazakar kesimine mensup vatandaşların yoğun olarak yaşaması dolayısıyla şu ana kadar herhangi bir ithamda bulunulmadı. Malum, bizler müslümanlar olarak kendimizi baştan günahsız ve masum sayarız; çünkü müslüman olmanın bizi otomatikman kabahatsiz kıldığına inanırız!
Karşılarına konumlanmış bulunan dine mesafeli veya karşıt kesimler de bu tür tabii olaylarda insanın irade ve eyleminin dışında müessir olan başka bir gücün / failin / fiilin olmadığını savunurlar.
Adalet, bu tür toptancı yaklaşımları mutedil hale getirmeyi icab ettirir. Şu kısa cümle meseleyi kısa ve net bir şekilde izah etmeye yeter sanırım: Fiiler insana, sonuçlar da Allah’a aittir. İnsan irade eder; fiil/eylem ortaya koyar ve Allah’da buna göre sonucu hasıl eder. Dolayısıyla kâinat / kozmik alem ve içerisindeki varlıklara düzen veren kanunları vazeden Allah’ı hadiselere müdahil saymamak doğru değildir. Üstelik bazılarının inanmadığı ve bazılarının da yeterli bir bilgiye sahip olmadığı bir hususta hüküm cümleleri kurması kabul edilebilir değildir. Bırakalım bu mevzuları konunun uzmanları müzakere etsinler. Böylelerinin hariçten gazel okuması meseleyi anlamamıza yardımcı olmaz.!
Cevdet Said, “Yalnızca Müslümanların değil tüm insanlığın tabi olduğu evrensel bir nizamın olduğunu (sünnetullah), bu nizamı (yasayı) doğru anlayan ve benimseyen toplumların gelişebileceğini” savunmuştur.
Rad:11.ayet:
“Bir toplum iyi hasletlerini terk etmediği sürece Allah, onların üzerindeki nimetlerini değiştirici değildir.”
Bu ayetle Allah(cc) , değişimin önemli bir yasasını vaaz ediyor. İnsanoğlunun kendi özgür iradesiyle; söz ve eylemleriyle anı ve geleceği inşa ettiğini ifade buyuruyor.
Cevdet Said’in teorisine göre, “Allah nasıl maddede birtakım nitelikler yarattıysa, eylemlerimizi de nefslerde yerleşen düşüncelerden yaratmaktadır. Bu yasaları bilen kimse onlara egemen olur. Yaratılışın bu yönü anlaşılırsa, İslam dünyasının sorunları da anlaşılır ve çözülür.”
Nitekim Fetih suresinin 23. ayetinde buyurulduğu üzere;
“Öteden beri uygulanan Allah’ın en temel yasasıdır bu. Dün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Çünkü Allah’ın yasalarında, kıyâmete kadar bir aksaklık, bir değişiklik göremezsin.”
Yine Cevdet Said’e göre, “gelişebilmek için kâinata hükmeden fiziki ve biyolojik yasalar gibi sosyolojik ve psikolojik yasaları da bilmek ve onlara tabi olmak gerekir. Bu yasalar bir kere anlaşıldıklarında, yasalara hâkim olanlar, bu keşifleri sayesinde pek çok şeyi anlayabilir ve kontrol edebilirler. İnsan dünyaya halife kılınırken bu yasaları anlama ve ona göre davranabilme yeteneği verilmiştir. Bildiklerimizi insanın yararına veya zararına kullanmak bize kalmıştır. Bilgi, güçtür. Nitekim dünya siyasetine en fazla hükmeden güçler hâkimiyetlerini bu keşifleri sayesinde sürdürebilmektedir. Ne var ki meselenin can alıcı tarafı, “Bugünkü Müslümanlar bu yasaları bilmek istiyorlar mı?” sorusudur.
Cevdet Said, “İslam dünyasında pozitif ilerlemenin en önemli engellerinin başında, Müslümanların hiçbir şekilde bu yasaların kapsamı içerisine girdiklerinin farkında olmamaları, bu değişim yasalarını özümseyememeleri, akılcı bir yaklaşımdan uzak olmaları gelir. Müslümanlar diğer insanların boyun eğdiği yasalara boyun eğmedikleri halde ilerleyeceklerini, müslüman oldukları için olağanüstü imtiyazlardan yararlanacaklarını zannederler.” diyor.
Halbuki Allah Resulü, kendisine tabi olanlara, “And olsun siz, kendinizden öncekilerin sünnetlerine (yasalarına) tabi olacaksınız” diye uyarıyor.
Yine Hz. Peygamber, “İlim sahibinin abidden (ibadet edenden) üstünlüğü, ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilmi miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir.” diye ifade buyuruyor.
Burada ilim kategorize edilmemiş. Dini ve dünyevi ilim ayırımı yapılmamış. O halde biz de bu ifadeyi genel anlamıyla almalıyız. Sahalarında ilim sahibi olanlar, bilim adamları, Peygamberlerin varisleridir. Bundan sonra Peygamber gelmeyeceğine göre dünyaya dair işlerimizde yolumuzu ilim / bilim belirleyecek. Bir bakıma onlara uyacağız. Peki, uymadığımız zaman ne olur? Peygambere uymadığımız zaman ne olacaksa o olur.
Burada şu meşhur ayet akla geliyor; “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulülemre de itaat edin…” (Nisa:59)
Tefsir ulamasının bir kısmı Allah ve Peygamberden sonra gelen “ulülemre itaati”, ilim sahiplerine itaat olarak yorumlamıştır. Acizane ben de bu kanaate iştirak ediyorum.
Madem deprem uzmanı bilim adamları; ‘şu bölgeler, şu şeritler fay hatlarıdır; orada yapılaşmada bulunmayın’ diyor,
Madem şehir planlayıcıları; ‘şehrin gelişme yönü, şu tarafa olsun; çünkü gerek yer ve gerekse hava akımı bunu gerektirir’ diyor;
Madem inşaat etüt uzmanları ‘şuralar yapılaşmaya / konutlaşmaya uygundur; şuralar değildir’ diyor,
Madem yapı uzmanları, ‘yapılarda şu şu ölçeklerde demir ve çimento kullanılmalı; depreme karşı dayanıklık sağlayacak şu kadar kolon ve güçlendirici olmalı’ diyor,
İşte bunların tamamına uymak İslam’ın emridir. Bu emirleri yerine getirmeyenler; bunları denetlemeyenler ve şahit oldukları / bildikleri halde ses çıkartmayanlar, itiraz etmeyenler bu kollektif suçun ortaklarıdır.
Şimdi şu sorulabilir; “İyi ama yıkıntıların altında kalan; mali zarar-ziyana uğrayan masumların, çocukların ve bebeklerin suçu ne? O zalimlerin kabahatinin çilesini niye masumlar çekiyor?”
Bu soru doğru ve cevaplandırılması gereken bir soru. Biliyoruz ki dünyada kulların hesapları toplumsal olarak, ahirette ise bireysel olarak görülür. Bir toplulukta meydana gelen iyi ya da kötü hadisatın tamamı toplumun geniş kesimlerini, bazen tamamını etki alanına alır. Ahirette ise her kul tek tek kendi şartları, hafifletici ve ağırlaştırıcı sebepleriyle birlikte muaheze edilecektir. O yüzden fert fert her bir kişinin toplumun kurtuluşu için çaba göstermesi gereklidir.
Başımıza gelen toplu felaketlerin, çocuk, masum demeden herkesi etkisi altına almasına bu yönden baktığımızda faillerin mesuliyetinin ne kadar arttığı bir daha göz önüne gelmektedir. Yine de bu masumların dünyada neden sıkıntılara maruz kaldığı hakkında tatmin edici cevaba ulaşamamış olabiliriz. Bu konu ‘kader’ mevzuuna kadar uzanır ki üzerinde kafa yoran pek çok kişinin ayağını kaydırmış, yine de çözüm bulunamamıştır.
Bu meselenin bir ulûhiyyet sırrı içerdiğini, bizim kullar olarak idrakimizin bu ikilemi çözmeye yetmeyeceğini kabul ederek ve Bürûc suresi 16. Ayeti zikrederek konuyu kapatalım:
‘O’dur dilediğini dilediği gibi yapan.’
Tabii ki konuyu kaderle ilişkilendirmek bu dünyada hak ve hukukunu aramamak, mücadele etmemeyi gerektirmiyor. Ama yine de tüm mücadelenize rağmen sonuç alamayabiliyorsunuz. İşte Allah, bunun da tesellisini ahirete dair bazı haberler vererek bize bildiriyor. Bunların hak ve hukuklarını baki kılıyor. Yani, bazı hak ve hukuk davaları bu dünyada çözülmüyor; öte tarafa kalıyor.
Ezcümle, henüz şok etkisinden kurtulamamış bulunduğumuz büyük Maraş depremi gibi felaketler hakkında üzerinde düşünmemiz gereken husus, gökyüzünde yol gösterici yıldızlar misali birer nimet olarak aramızda bulunan alimler / bilim adamları sınıfına hak ettikleri itibarı iade etmek ve başka cazip menfaatleri öncelemekten vazgeçerek sözlerine kulak kesilmek, bunu bir ibadet saymak ve bunu terketmenin vebalinin dünyevî ve uhrevî mesuliyetini iyice anlamaya çalışmaktır.